“Sola dönmemiz gerekmiyor muydu? Yanlış yöne gidiyoruz.”
“Anlamadım.”
“Sola diyorum, yanlış döndün.”
Ortada yanlış bir yöne sapma yoktu. “Biliyorum” dedi ve devam etti, “anlatacaklarım bitmedi”. Anlatacakları yoldan uzun sürmüştü. O da sözünü bitirmektense yolu uzatmayı tercih etmişti. Çünkü anlattıkları bilinmeliydi. Daha doğrusu yaşadıkları bilinmeliydi. Yaşadıkları bilinmeli! Yarın da vardı halbuki anlatacaklarına devam edebileceği ama bir savaş cephesinde olmanın gerçeğine vakıf olarak yarını feda edilmiş tüm savaşçılar gibi an, yaşadığı andı. O nedenle ne diyecekse, nasıl diyecekse, bugün, bu anda demeliydi.
Tutsak düşenler bilir, yatılan her gün defalarca anlatılmayı hak edecek bir zaman dilimidir. Orada zaman meftundur. Bir gün 24 saatle dilimlenmez mahpuslukta. Dilimlenen zaman değil herkese hakça olsun diye bölüşülen beyaz peynirdir. Bir de güneş bölünür mapusta, düşerken avluya sırayla alın verilir düştüğü duvara. Her gün 24 saatten fazlasıdır. Zaman durur. Sahi zaman başka nerede kaplumbağaları incitmeyecek kadar durur? Zaman mı? O bir de toprağa düşenler için durur. Toprağa düşenler artık hep düştüğü yaşta durur. Durur geleceğe yürüyenlerin karşısında, durur bir sadelikle…
Direksiyonu çevirirken ‘colormatik’ gözlüklerine vuran ışık sadece gözlüğünü değil, gözlerini de karartıyordu. “Biliyor musun yoldaş, zaferi çok hak ettik ve bu zafer anamızın ak sütü gibi helaldir bize” diye aktarıyordu. İnce belli bardaklarda demleme çay yapan bir esnafın adresini vererek gitmemiz gerekliliğini bir hikâyenin tamamlanması için gereken ‘zorunluluk’ olduğunu nakşederek. Hem biricik bir hikâyesi olduğunu düşünürken insan hem de mevzu bahis kendisi olduğunda nasıl bu kadar mahcubiyet taşırdı. Yaşadıklarının taşıdığı zorluklara hak verirken yükselttiği “benimki nedir ki, Amed zindanını yaşayanlar için” itirazı akan bir damlanın çağlayan bir nehirle buluşmasındaki manaya işaret ediyordu. O, hayatındaki mananın ancak bir nehirle anlam kazanacağını süslü laflara dökmeden anlatacak sadelikteydi. “Umudum” diye seslendiği sadece bir yoldaş ismi değil, bir geleceğe olan inancın cisimleşmesiyle buluşuyordu. Öyle mi Umudum?
Elinde kamuflaj kumaşıyla süslediği tüfeği ile inerken arabadan mavi kapaklı defteri, kurşun kalemi ve Ulaş Bayraktaroğlu’nun Özgürlük Gücü kitabı ile mangaya yürürken “Umudum” diye seslenişi bir yoldaşı arama hitabı değil, zaferin müjdesi gibi yayılırdı karargaha. Öyle mi Umudum? Bol şekerli bol sütlü nescafesi eğitim öncesi son kez notlarına baktığı bir mola gibiydi, az sonra adımını atacağı mangaya doğru yol alırken.
Mütevazilik devrimciliğin başrolüdür. Dün yayınlanan videoda kendini izleyen insanlar olduğunu görse mahcubiyetle kendini anlatmaya çalışan bir çaba içerisinde olacağını herkes bilir. O kendi bedenini zindanda ateşe verecek kadar kararlı, herkesten öğrenmeye çabalayan bir mütevazilikle halkın öğrencisi, savaşçı bir devrimciydi. Komünar siyasette çok tanınmayan, eskinin aktarımı ile değil yeni çizgiyi “umut” gören bir özgürlük savaşçısıydı. Ateş kuşlarından, hiç durmadan yanan gökyüzünde uçan özgürlük savaşçısıydı. Sayısız cephede sayısız çatışma yaşadı. Bir ateş kuşu olarak olmayan kanatlarına öykünmek için belki de, -kim bilebilir belki de- barut ve is kokuları arasında oradan oraya taşıdığı güvercinlerinin kanadıyla yükseliyordur şimdi göğe.
Partizan bir çağrıdır artık. Haseke’den kalkan kuşların kanadında İstanbul’a taşıdığı usulce bir çağrı. Soba bacası olan evlerin çatısına konan, Bahariye’nin balkonunda kanat çırpan bir çağrı. Yüzünü hiç görmediği ve yüzünü hiç göstermediği İstanbul’da kanat çırpan ateş kuşlarına bir çağrı. Onun en sevdiği haliyle; “Öyleyse git konuş onlara. De ki; Ulaşlar’ın arşınladığı bu şehr-i İstanbul’u geri alacağız. De onlara tamam mı?”