Emperyalizmin Mezar Kazıcısı: Enternasyonalizm | Zeynep Aziz

19 minutes, 21 seconds Read

Marx’ın dediği gibi nasıl ki kapitalizmin mezar kazıcıları işçi sınıfıysa emperyalizmin mezar kazıcısı da enternasyonalizmdir. Kapitalizm, beraberinde kendi mezar kazıcısı olan işçi sınıfını da yarattı. Bu sınıf ister istemez, kapitalizm dünyanın dört bir yanına sinsice yayılırken, uluslararası bir sınıf oldu ve doğal olarak mücadele yöntemleri de bir o kadar uluslararasılaştı. Dolayısıyla, emperyalizmle mücadeleyi tariflerken bunu enternasyonalizmden bağımsız ele alamayız.

Savaşa karşı çıkmak ve emperyalist dengeleri sarsabilecek kurtuluş mücadelelerini desteklemek enternasyonalizmin gereğidir. Ancak enternasyonalizm, yalnızca insanlığı sevmek, ‘savaşa hayır’ demek ya da uzaktan fakat çok yakınımızda, yanı başımızda olan savaşa dahi yalnızca alkış tutmakla yetinip sözde enternasyonalist ve anti-emperyalist görevi ‘yeterince’ yerine getirdiğini varsayarak köşeye çekilmek değildir. Devrimci bir enternasyonalizm aynı zamanda dünyanın her köşesinde devrimleri desteklemek ve hatta onlara fiilen katılmaktır. Bu bakımdan devrimci olmayan bir enternasyonalizmden bahsedemeyiz. Aksi zaten enternasyonalizm değildir.

Bu bağlamda bu yazıda emperyalizme karşı enternasyonalist mücadelenin önemini, bu önemin en somut tarihsel karşılığı olan Birinci Paylaşım Savaşı’nı ve buna mutabık olarak II. Enternasyonal’de yaşanan tartışmalar ve devrimci önderler Rosa Luxemburg ve Lenin’in tavrını ele alacağız.

Tarihe Kısa Bir Bakış: Birinci Paylaşım Savaşı

Birinci Paylaşım Savaşı, emperyalizm aşamasına geçen kapitalizmin, sermaye yoğunlaşmasının bir sonucu olarak açığa çıkan ucuz emek ve pazar ihtiyacı krizi neticesinde meydana geldi. Girilen bu kriz dolayısıyla, dönem aynı zamanda işçi sınıfı mücadelesinin de yükseldiği, işçilerin ulusal ve uluslararası düzeyde örgütlendiği bir dönemdi. İngiltere ve Almanya arasında beliren savaş gündemi II. Enternasyonal’de en yoğun tartışılan gündemlerdendi. 1907’de Stuttgart’ta toplanan enternasyonal kongresinde yaklaşan savaş tehlikesinin nasıl önlenebileceği, önüne geçilemezse ortaya çıkacak sonuçların nasıl karşılanacağı tartışılıyordu. Bir savaş durumunda sosyalistlerin tavrı ne olacaktı? Sosyalistler ve proletarya “anavatan savunması” adı altında “devletlerini” yani burjuva devletleri mi destekleyecekti, yoksa ellerine verilen silahları baş düşmanı olan burjuva düzenlere mi çevirecekti? Kongrede, Rosa Luxemburg ve Lenin’in önerisiyle şu karar benimsenmişti: “Savaş her şeye karşın patlayacaksa, onun çabuk bitmesi için çalışmak ve kitleleri ayaklandırıp kapitalist sınıf egemenliğinin yıkılışını çabuklaştırmak için, savaşın getirdiği ekonomik ve politik bunalımları bütün güçleriyle kullanmak sosyalistlerin görevidir.”

1912’de Basel’de yapılan kongrede toplanan devrimciler Avrupa’da yaklaşan savaşı tüm hükümetlerin en gerici ve canice girişimi olarak gördüklerini ve bu savaşın kaçınılmaz bir biçimde devrime yol açarak kapitalizmin çöküşünü gerçekleştireceğini resmen ilan etmişlerdi.

1914 yılında II. Enternasyonal’in Viyana kongresinin yapılmasının beklendiği sıralarda nihayet Birinci Paylaşım Savaşı patlak verdi; “savaş çıktı kriz başladı.”[1]II. Enternasyonal her ne kadar savaş öncesi olabilecekleri tartışmış ve kararlar almış olsa da savaşı engelleyemedi. Savaş süresince de tüm ulusal partilerin kendi “anavatanlarını” savunmaları anlayışıyla burjuva devletlerin safına geçti. Emperyalist amaçlarla başlatılan yeniden paylaşım savaşı, “anavatanın savunulması” gerekçesiyle bu haksız savaşa destek vermek, işçi sınıfını kendi egemen ve emperyalist burjuvazisinin destekçisi konumuna düşürmek demekti. Aynı zamanda burjuva safına geçen işçi sınıfı bir başka işçi sınıfına silahını doğrultacaktı. Emperyalist savaşın bir sonucu da işçi sınıfının bölünmesiydi ve nihayetinde bütün ülkelerin işçileri birleşemedi.

Lenin, Sosyalizm ve Savaş’ta bu durumu şöyle tarifliyordu:

“Sosyal şovenizm bugünkü savaşta ‘yurt savunması’ fikrinin ileri sürülmesidir. Bu fikir, mantıksal olarak, savaş sırasında sınıf mücadelesinin terk edilmesine, savaş kredileri lehinde oy kullanılmasına vb. yol açar. Gerçekte, sosyal şovenler proletarya karşıtı, burjuva bir politika izlemektedirler; çünkü ‘yurt savunması’nı yabancı zulmüne karşı mücadele anlamında değil, ‘Büyük’ güçlerden birinin ya da ötekinin sömürgelerini yağmalama ve başka ulusları ezme ‘hakkı’ anlamında yüceltiyorlar. Sosyal şovenler burjuvazinin, savaşın ulusların özgürlüğü ve varlığı uğruna verilmekte olduğu yolunda halkı aldatmasına destek oluyorlar ve böylece proletaryaya karşı burjuvazinin yanında saf tutmuş oluyorlar.” [2]

“Bütün Ülkelerin İşçileri; Barışta Birleşin, Savaşta ise Birbirinizi Boğazlayın!”

Bu dönem, devrimci saflardaki hakim tartışmalardan bir tanesi de anti-militarizm ve savaş karşıtlığıydı. Elbette, sosyalistler savaşa karşıydı, nitekim savaş ezilenler açısından büyük bir felaket süreciydi. Ancak, sosyalist bir enternasyonalizmden söz ediyorsak bu, savaşa karşı olmaktan ziyade salt bir “savaşa hayır” diyerek sessiz kalıp tarihsel düşmanla dayanışmak, hatta bu suça ortak olmak anlamına geliyordu.

Sosyalistler bunları tartışırken işçi sınıfı Avrupa’nın birçok kentinde savaşa karşı eylemler ve mitingler düzenliyordu. Örneğin sosyal-demokratlar “Şimdiye dek savaşın olmaması için elimizden geldiğince mücadele ettik. Fakat artık bizden eylem beklemeyin! Savaş halindeyiz. Basın organlarımız susturuldu.”[3] derken yüz binlerce işçi elliden fazla şehirde sokaklara çıkmıştı bile.

1914’te Reichstag’ta yapılan oylamada, savaşta Almanya’yı destekleme kararı kabul edildi. Aynı tarihlerde Avusturya, Fransa, Belçika ve İngiliz sosyal demokratları da sözüm ona “ulusal savunma” adı altında “kendi” ülkelerini destekleme kararları aldılar. Savaş öncesi savaş karşıtı olan sosyal demokratlar ise savaş gelip çattığı anda işçi sınıfına ihanet ettiler. 

Burada özel olarak Rosa Luxemburg’un ve yol arkadaşı Karl Liebknecht’in tarihsel çıkışı da biz sosyalistler açısından önemli bir yerde durmaktadır. Birinci Paylaşım Savaşı çıktığında Liebknecht’in “asıl düşman içimizdedir” tutumu ve Rosa Luxemburg’un “bizden Fransız veya başka yabancı kardeşlerimizi öldürmemizi bekliyorlarsa onlara kesinlikle ‘hayır’ yanıtını vermeliyiz” çağrısı enternasyonalizmin gerçek yaşamda ne anlama geldiğinin çok önemli bir örneği.

İhanetçi SPD milletvekilleri parlamentoda emperyalist savaşı destekleme konusunda kabul oyu verirken karşı oy kullanan tek milletvekili Karl Liebknecht’ti. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht emperyalistlerin bu savaşını yağma savaşı olarak nitelendirdiler ve emperyalizme karşı işçi sınıfının enternasyonalizmini savundular. Luxemburg ve Liebknecht işçilerin silahlarını gerçek düşmanları olan kendi burjuva iktidarlarına karşı yöneltmeleri gerektiğini söylediler. Bu tutumlarına karşı SPD onları hain ilan etti. Sonrasında Liebknecht, emperyalist savaşa karşı çıktığı için tutuklanıp askeri mahkemede yargılandı. Vatana ihanetle suçlanan Liebknecht, mahkemeye çıkartıldığında, mahkeme başkanına şöyle diyordu: “Vatana ihanet enternasyonalist bir sosyalist için hiçbir anlam taşımaz. Proletaryanın sınıf mücadelesi ancak uluslararası düzlemde sürdürülebilir, ancak uluslararası bakımdan başarıya ulaşabilir.” Yaşamının sonuna kadar işçi sınıfının ve ezilen halkların tarihsel çıkarlarından vazgeçmeyen devrimci önder Rosa Luxemburg ise bu şovenist çizgiyi şöyle özetlemiştir: “Bütün ülkelerin işçileri, barışta birleşin, savaşta ise birbirinizi boğazlayın!”

Bu ihanete yalnızca RSDİP, Sırp Sosyal Demokrat Partisi ve Bulgar Dar Sosyalistleri ortak olmadı. Savaş oylamasının yapıldığı Duma’da Bolşevikler adına konuşan Haustov, savaşın sorumluluğunun savaşan devletlere ait olduğunu söyleyerek oturumu terk etti. Bu emperyalist yeniden paylaşım savaşını devrimci bir savaşa dönüştürmeyi sonuna kadar savunanlar ise nihayetinde Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler oldu.

Tüm bu sürecin sonucunda II. Enternasyonal’de savaşa karşı tutumda yaşanan ayrılıklar sosyalistleri böldü. Lenin’e göre işçi sınıfı, emperyalist savaşta kendi hükümetinin yenilgisini istemeliydi; hükümetine ve burjuvazisine darbe vurmadan sınıf mücadelesi vermek mümkün değildi. Lenin’in II. Enternasyonal’de “anavatan savunması” ve savaş karşıtlığı üzerinden kendi burjuvazisiyle iş birliği yapan sosyal demokratlara oportünist ve ihanetçi demesi de tam da bu yüzdendir.

 Lenin, sosyalistlerin savaşlara karşı tavrına dair şunları söylemiştir:

“Sosyalistler uluslar arasındaki savaşları her zaman barbarca ve gaddarca görerek mahkum etmişlerdir. Ne var ki, bizim savaşa ilişkin tavrımız burjuva pasifistlerininkinden ve anarşistlerinkinden temelde farklıdır. İlkinden, savaşlar ile bir ülkenin dahilindeki sınıf mücadelesi arasındaki kaçınılmaz ilişkiyi anladığımız için farklıyız; sınıflar ilga edilip sosyalizm kurulmadıkça, savaşların da ilga edilemeyeceğini anlarız; ayrıca iç savaşları, yani bir ezilen sınıf tarafından ezen sınıfa karşı, kölelerce köle sahiplerine, serflerce toprak sahiplerine, ücretli işçilerce burjuvaziye karşı verilen savaşları bütünüyle meşru, ilerici ve gerekli gördüğümüz için de onlardan ayrılırız. Biz Marksistler her bir savaşı tarihsel olarak ve ötekilerden ayrı incelemenin gerekli olduğuna inanmak bakımından da hem pasifistlerden hem de anarşistlerden ayrılırız.”[4]

II. Enternasyonal’in Çöküşü

Birinci Paylaşım Savaşı’nın başından itibaren Lenin, savaş karşısında devrimci tutum alarak Marksizmi ve enternasyonalizmi savundu. Galiçya’da tutsaklığı bittikten hemen sonra İsviçre’de savaş üzerine tezler yazıp bunları illegal olarak Rusya’ya gönderdi. Tezleri Bolşevikler tarafından onaylandı ve ardından Lenin tarafından 1914’te Merkez Komitesi Manifestosu haline getirildi. Lenin tezlerinde ve Merkez Komitesi Manifestosu’nda savaşı emperyalist savaş olarak tanımladı ve sosyal-demokrat partilerin çoğunun savaşa karşı tutumlarından dolayı ihanet ettiklerini, kendi burjuvalarının saflarına geçtikleri için II. Enternasyonal’in çöküşünü saptadı ve sınıf çizgisine sahip devrimci bir enternasyonal kurulmasını ilan etti.

Lenin, emperyalizmi, devletlerin yeni pazarlar, kaynak ve sermaye ihracı için yeni alanlar mücadelesinin parçası olarak doğrudan savaş açacak kadar ulusal tekelci sermayedarlarına minnettar olacakları biçimde, sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşmesinden kaynaklanan bir çatışma olarak anlatır. Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’nda, emperyalizmi 5 maddeyle özce şöyle tanımlamıştır.

“(1) üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma, öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır;

(2) banka sermayesiyle sınai sermayeyle iç içe geçip kaynaşmış, ve bu “mali sermaye” temel üzerinde bir mali oligarşi yaratılmıştır;

(3) sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak özel bir önem kazanmıştır;

(4) dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur;

(5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır.”[5]

Sonuç olarak bu emperyalist savaş ezilenler açısından aynı zamanda büyük bir fırsat da sunmuştur. Kapitalistlerin aralarındaki bu çatışma, proletaryanın, “emperyalist savaşı iç savaşa” dönüştürmesine imkan verecek türden krizler yaratacaktır. Şubat Devrimi’nin başarısından sonra bile Lenin bu hattı savunarak şunları ileri sürmüştür: “Devrimci savunmacılığa en ufak bir taviz vermek sosyalizme ihanettir, enternasyonalizmden tamamen feragat etmektir; hangi güzel cümleler ve ‘kullanışlı’ değerlendirmeler ile meşrulaştırıldığının bir önemi yok.” [6]

Emperyalist savaşı işçi sınıfının kapitalizme karşı başkaldırısına dönüştürme, iç savaşı geliştirme ve bunu proleter bir ayaklanmaya yükseltme hedefleri Lenin’in yaratmak istediği enternasyonal aygıtın politik tutumunun çerçevesini çiziyordu. Lenin, II. Enternasyonal’den bu kopuşu gerçekleştirdikten sonra uluslararası işçi hareketindeki enternasyonalistlerin örgütlenmesi ve birliği için çalıştı.

Temmuz 1915’ten itibaren Rusya genelinde grevler ve eylemler patlak verdi. On binlerce işçi greve çıktı, Eylül ayının başlarında ise yaklaşık 64 bin işçi sokaklara döküldü. Ordu içindeki Bolşevikler, savaşın yarattığı huzursuzluğu devrimci bir fırsata çevirerek ordu tabanında emperyalistlerin yeniden paylaşım savaşına karşı propaganda faaliyetine başladı. Faaliyetler kısa sürede işe yaradı ve bir dizi ayaklanma birbirinin peşi sıra patlak verdi. 1916 yılının başlarında yaşanan kriz artık kaynama noktasına gelmişti. Cephelerde ciddi yenilgiler yaşanıyor, bu yenilgiler burjuva saflarında moral bozukluğu ve bölünmeler yaratıyordu.

Lenin’in deyimiyle yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği ve yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği devrimci kriz git gide yaklaşıyordu. 1917 yılına gelindiğinde ise bu durum ciddi bir biçimde arttı. Toplumsal krizin derinleşmesi ile yeniden artan devrimci kabarışın dönüm noktası 1917’de yapılan Kanlı Pazar (9 Ocak) anması olmuştu, greve çıkan işçi sayısı 137.500’e ulaşıyordu. Kanlı Pazar anmasından itibaren, işçi sınıfı hareketliliği artan bir ivme ile gelişmeye başladı, Şubat ayı boyunca grevler giderek artmaya ve kitleselleşmeye devam etti. Kanlı Pazar anmasından sonraki bir diğer önemli dönüm noktası, 23 Şubat’tır. 23 Şubat, Rusya’da geçerli olan takvimde 8 Mart’a denk düşüyordu. Dünya Kadınlar Günü için grev kararı alarak sokaklara dökülen kadın işçiler ‘kahrolsun otokrasi’ sloganıyla ve ekmek talebiyle tüm halkın katıldığı bir eylem örgütlemişlerdi. Artık sokak çatışmaları başlamış, kitle hareketi yeni bir niteliğe doğru yol almaya koyulmuştu.

25 Ekim günü Petrograd Sovyeti içindeki “Devrimci Askeri Komite”ye bağlı askerler, öğlen saat 12’de Cumhuriyet Meclisi’ni kapatarak, iktidarın tüm Rusya Sovyetleri’ne geçmesini sağladılar. Lenin’in, Petrograd Sovyeti oturumunda yaptığı konuşmanın ardından, aynı günün akşamı Geçici Hükümet’in yer aldığı Kışlık Saray da ele geçirildi. Böylece insanlık tarihinde yeni bir dönem açılıyordu. Devrimci proletarya iktidarı kendi ellerine almış ve insanlığın kurtuluşuna giden yolu açmıştı.

Sonuç olarak; Komünist Enternasyonal, Ekim Devrimi’nin devrimci gücüne dayanarak kuruldu. Lenin’in devrimci perspektiflerinin belirleyiciliği Enternasyonal’i sömürge ve yarı-sömürge ülke halklarına açarak örgütü kelimenin gerçek anlamında enternasyonale dönüştürdü.

Son Söz Yerine: Bugünün Görevi

Bu yazı asıl olarak, başında da belirtildiği gibi, emperyalizm karşısında enternasyonalizmi ve devrimci duruşu anlatabilmek adına Birinci Paylaşım Savaşı’nı ele alacaktı. Ancak sonlandırırken çok da geriye gitmeden yakın tarihimizde ve yanı başımızda yaşadığımız hala devam eden en önemli direnişi, Rojava’da verilen muazzam direnişte savaşan Kürt Özgürlük Hareketini, dünyanın dört bir yanından gelen enternasyonalist savaşçıları, devrim ve sosyalizm yolunda yitirdiğimiz yoldaşlarımızı, ölümsüzlerimizi anmak bir borç. Bu bakımdan, bütünlüğü bozmadan kısaca birkaç şeyin altını çizmekte fayda var.

Dünyanın dört bir yanından gelen enternasyonalist devrimciler, Kobane’de başlayan ve sonrasında Rojava topraklarında devam eden IŞİD’e ve AKP-MHP faşizmine karşı verilen bu onurlu savaşta yerini aldı. Türkiyeli devrimciler de bu savaşın önemli bir parçası oldu. Aynı zamanda Enternasyonalist Özgürlük Taburu’nu kurarak ve öncülük ederek enternasyonalizm bugün nasıl oluru gösterdiler. IŞİD’e karşı savaşan enternasyonalistler sonrasında işgalci TC devletine karşı omuz omuza dövüştüler. Devrimcilerin yarattığı bu değer bize umut olurken, bir de bütün bu olanlara gözlerini kapayanlara, kaçış yolu bulmaya çalışanlara da tanıklık ettik. Devrimcilerin enternasyonalist mücadelesi uzaktan güzelmiş meğer…

Bu vesileyle belirtmek gerekir ki, bugünkü enternasyonalist mücadele ve dünya sosyalistlerinin birliği reformistlerin umut beslediği, liberallerin bir araya geldiği devrimci bir umut taşımayan İlerici Enternasyonal değil elbette. Yine savaşın başlarında ve sonrasında, hatta yoldaşlarımızın ölümsüzleşmeleri üzerine dahi birtakım sözde komünist kişiler ve örgütlerin başlattığı karalamalar ve karşı devrimci anti-propagandalar da hala hafızalarımızdadır mutlaka.

Yıllar sonra üzerindeki ölü toprağı atarak, uzaktan alkış tutmak yerine, eline silahını alıp enternasyonalizm bayrağını Rojava’da yükseltenler karşısında “Amerikan silahlarını kullanıyorlar, emperyalizmle işbirliği yapıyorlar” gibi karalama yapanlar, Rojava’ya sırtını dönüp “kendi enternasyonalizm”ini anlatanlar; Küba’ya, İspanya İç Savaşı’na, Filistin’e methiyeler dizip yanındaki savaşı görmezden gelerek enternasyonalizmin devrimci görevinden kaçanlar şüphesiz ki  tarih karşısında akıntıya kapılıp yok olmaya mahkumlar. Bugün, emperyalizme karşı devrimci enternasyonalist mücadelenin somut karşılığı Rojava’dan yükselen direniştir. Enternasyonalizm tarihin bir döneminde yer almış, daha sonra liberaller tarafından ilga edilmiş bir olgu değildir. 

Bugünün enternasyonalist devrimci görevi Lenin’in tarifine uygun bir zemini işaret ediyor. Emperyalist kapitalizmin mevcut krizi dünyanın her yerinde kendini ekonomik ve siyasal yatırımlarıyla derinden hissettiriyor. Para piyasalarında ve pazarlarda yaşanan kriz geri kapitalist ülkeleri ekonomik krizin, savaşın ve siyasal gericiliğin, hiyerarşinin merkezi haline getirdi. Salt geri kapitalist ülkelerle sınırlı olmayan bu gerileme dönemi ABD, Rusya gibi ana emperyalist güçlerin de politikalarında belirleyici bir dinamik oluşturuyor. Leninist teorinin özü itibariyle yaşanan kriz durumunun çetinliği, dünya proletaryasının kurtuluş zeminidir. Krizin analitik analizine yazının çerçevesi nedeniyle çok fazla girmeden emperyalizmin yıkılması için uygun kriz koşullarının var olduğunu görmek gerekir. Lenin’e göre emperyalizmin yıkılması için güçlü bir krizin kendini var etmesi elzemdir. Lakin, Lenin bunun bir bu kadar elzem ikinci ana koşula bağlamıştır: yaşanan krize karşı örgütlenecek devrimci direnişin/eylemin hayata geçirilişi. Kriz anına uygun, devrimci bir karşı çıkış olmadıkça emperyalizm kendini başka bir krizi örgütleyecek uygulamalarla ayakta tutmaya devam edecektir.

Emperyalizme karşı mücadelede devrimci enternasyonalizm, dünya halkları ve proletaryası için önkoşuldur. Bu önkoşul dünya sosyalistlerinin güncel görevidir. Bu görevin inşası yaşanan krizi ve krizden devrimci çıkışların tespitleriyle sınırlanamaz. Bugün yaşanan emperyalist krizin varlığını ve derinliğini analiz etmede pek marifetli olan analistlerin, reformistlerin dahi yazımlarında yer aldığı üzere devrimci çıkış emperyalizmin sarmaladığı halkların ve proletaryanın öncülüğünde yükselen devrimci mücadeledir. Devrimci enternasyonalist mücadele, dünya işçi sınıfının, ezilen halklarının ve kadınların direnişini büyüterek, emperyalizme darbeler vuran militan bir momente taşınmadığı müddetçe emperyalist kapitalizm yıkılmayacaktır. Marks’ın dediği gibi ‘Filozoflar yalnızca dünyayı yorumlamaya çalıştılar, aslolan onu değiştirmektir.’ Yani emperyalizme karşı mücadele emperyalizmin krizini ve yıkılabilir olduğu tespiti yapmak, enternasyonalizmin güncelliğini işaret ederek, masa başında tartışmalara sığdırmak yerine gereğini icra edebilmektir. 

Emperyalizmin yaşadığı güçlü kriz halkların, proletaryanın devrimci kurtuluşunun fırsatlarıyla doludur. Bugün yaşanan yapısal krizi aşmak için işçi sınıfı dünyanın her yerinde ciddi oranda yoksullaşmış, emperyalist sömürgecilik nedeniyle dünya halkları özellikle de Orta Doğu kan gölüne çevrilmiştir. Şimdi dünyanın her yerinde emperyalizme karşı direnişler kendini gösteriyor. Dünya genelinde yayılan bu direnişleri büyütmek dünya sosyalistleri için kendi iktidarlarına karşı devrimci savaşı ileriye taşımakla mümkün. Bu nedenle yukarıda vurguladığımız üzere; hemen yanı başımızda, Rojava’da ortaya çıkan, dünya halkları ve işçi sınıfına mal olmuş enternasyonalizmi büyütmek, Türkiye’ye taşımak, devrimci savaşı yükseltmek gereğidir.

Yazıyı bitirirken bu görevin güncel analizini Ulaş Bayraktaroğlu’nun şu sözleriyle bitirmek isterim:

“Sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı savaşan ezilen halklarla, devrimci mücadeleyi yürüten proletaryanın çıkarı ve düşmanı ortaktır. Dolayısıyla devrimci proletaryanın her başarılı mücadele pratiği ezilen halkların da mevzisidir. Ezilen halkların emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı kazandığı her mevzi aynı zamanda devrimci proletaryayı güçlendirir. Denklemi böyle kuramayan güçler, kısa vadede statükolarını korumayı ya da konjonktürel “kazanımlar” elde etmeyi başarsalar bile orta vadede egemen sınıflara ve emperyalist güçlere yedeklenmekten kaçamayacaklardır. Bu nedenle devrimci hareket her daim kendini içten fethetmeye çalışan statükoculuğa, pragmatizme ve oportünizme karşı ideolojik savaşımı önemsemeli ve yükseltmelidir. Egemen güçlere objektif olarak yedeklenmeye karşı geliştirilmesi gereken devrimci siyasetin önkoşulu işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadele birliğinin pratikte sağlanmasıdır. Bu yolda devrimci proletaryanın acil görevi Kürt halkının yaktığı ve savunmakta olduğu faşizme karşı isyan ateşini tüm Türkiye’ye yaymaktır.”[7]


[1]Sosyalizm ve Savaş, Vladimir İlyiç Lenin, Evrensel Basım Yayın, Çeviri: Evrensel Basım Yayın Çeviri Grubu, sf.23

[2]Seçme Yazılar: Devrim, Demokrasi, Sosyalizm, Vladimir İlyiç Lenin, Yordam Yayınları, Çeviri: Sungur Savran, sf. 190

[3]Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nin Başkanı Victor Adler

[4]Seçme Yazılar: Devrim, Demokrasi, Sosyalizm, Vladimir İlyiç Lenin, Yordam Yayınları, Çeviri: Sungur Savran, sf. 186

[5]Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Vladimir İlyiç Lenin, Eriş Yayınları, Çeviri: Cemal Süreyya (Sol Yayınları için), sf.90

[6] Nisan Tezleri, Vladimir İlyiç Lenin, Agora Kitaplığı, Çeviri: Ferit Burak Aydar

[7]Barikatlar, hendekler daha başlangıç; saraylarınızı başınıza yıkacağız!, Ulaş Bayraktaroğlu, 20 Aralık 2015

Similar Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir