Burjuva ideolojisi mi? Hayat mücadelesi mi?
“O zamanlar, bu durumu tanımlayacak bir kelimemiz bile yoktu.
Adına ‘hayat’ diyorduk.” – Gloria Steinem
Giriş
Yıllardır kadınların verdiği mücadele sonucu bugün örgütlerimiz içerisinde gözle görülür bir değişimden geçiyoruz. 8 Mart öncesinde kadın komünarlar kız kardeşlerine yazdığı mektupta, onların deyimiyle “özel ve politik” olan bir durumu paylaşacaklarını, kendilerini sosyalist feminist olarak tanımladıklarını duyurdular. Bu belki de silahlı bir örgütün kendini feminist olarak tanımladığı bir ilkti. Geldiğimiz noktada bunun bizler için önemi bir yana birçok kadın açısından da umut oldu bu açıklama. Bunun yanı sıra sosyalist bir örgütte politika yapan kadınlar olarak erkek yoldaşlarımızın da kendini bu konuda artık daha fazla yetersiz hissettiği ve öğrenme çabasına girdiğini de deneyimliyoruz. Bunun bir sebebi AKP-MHP iktidarının gün geçtikçe artan kadın ve LGBTİ+ düşmanı politikaları bir diğer sebebi de giderek güçlenen kadın hareketi/feminist hareket kuşkusuz.
Faşizm kendisini tarihsel olarak milliyetçilik, ırkçılık ve sınıf mücadelesi düşmanlığının ötesinde her daim kadın ve LGBTİ+ düşmanlığı temelinde inşa etmiştir. Kadın ve LGBTİ+ düşmanlığının artık açıkça ve pervasızca yapıldığı, erkek şiddetinin katmerlenerek arttığı ve pandemi boyunca emek sömürüsünün inanılmaz boyutlara ulaştığı bu dönemde bunu yalnız kadın+ların meselesi olarak görmek örgütlere bir şey kazandırmayacağı gibi çok şey kaybettirir. “AKP- MHP faşizmi” tahlilleri yaparken işin bu kısmını anlamamak ve değinmemek, eksik olduğu kadar bizi yanlış politik hatlara da götürebilir. Buradan hareketle bir ihtiyacı karşılamak ve kadın kurtuluş mücadelesine nasıl baktığımızı anlatabilmek için kaleme aldığım bu yazıda başlangıç olarak kaba hatlarıyla patriyarkayı, patriyarkanın kapitalizmle olan ilişkisini ve sosyalist feminizmin tüm bunlara verdiği yanıtları anlatmaya çalışacağız. Bu yanıtlar, bizim neden sosyalist feminizm dediğimiz ve sosyalizm ön koşullu kadın kurtuluş mücadelesi derken nasıl bir mücadele hattı anlattığımızın anlaşılmasını sağlayacaktır.
Patriyarka ve kapitalizm
Patriyarka, kısaca tanımlamak gerekirse erkek egemenliğini üreten ve yeniden üreten, kendi iç bağlantıları olan (özel mülkiyet, sınıflı toplumlar, devlet…) toplumsal ilişkiler bütünüdür. Kapitalizmin çok öncesinden beri varlığını sürdüren bu [erkek egemen] sistem, tarih sahnesine çıkışıyla beraber çeşitli toplumsal sistemlerin içine nüfuz etmiş, değişik biçimlerde kendisini yeniden üretmiş ve günümüze değin gelebilmiştir. Patriyarka, kapitalizm tarafından devralınmış, dönüştürülmüş ve onun maddi temeliyle eklemlenmiştir. Yani, kapitalizm gökten zembille bir anda dünyamıza inmemiştir, tam tersi patriyarka sunduğu imkanlarla kapitalizmi oluşturmuştur. Bu imkanlardan birisi de kocaları tarafından köle emeğine yakın bir biçimde çalıştırılabilecek bir ezilen cinsin varlığıdır.[1] Kapitalizm sermayenin işçi sınıfının emeğinin sömürüsü üzerinden üretim ilişkileriyle kurulurken, patriyarka da yeniden üretim sürecinin ortaya çıkardığı egemenlik sistemidir. Hatta daha basitleştirerek yazarsak, kapitalizm ücretli emek sömürüsüyle yapılan üretimi düzenler, patriyarka ise hane içindeki ücretsiz emek sömürüsünü. Aynı zamanda bu iki sistem birbirinden beslenirler. Patriyarka kapitalizmi, kapitalizm de patriyarkayı güçlendirir.
Bu anlattığımız bütünde kadın emeği esas halkayı oluşturur. Kadınların hanede karşılıksız emeği, işçi sömürüsünün yani “ücretli köleliğin” üzerine dayandığı temeldir ve onun üretkenliğinin sırrıdır. Kapitalizmde sömürünün devamlılığı için emek gücünün yeniden üretimi, yeniden üretim sürecinde metanın tüketimi ve emek gücünün ertesi gün için yeniden üretiminin sağlanması gerekir. Daha anlaşılır olması açısından detaylandırırsak; üretim sürecine katılacak yeni neslin doğurulması, bakımı, işçinin evde yemeğinin yapılması, yıkanması, giysilerinin yıkanıp, söküğünün dikilip hazır olması, yani ertesi gün çalışabilecek hale gelmesi gerekir. Tüm bunlar gerçekleşirken üretilen ve sermayedarların kâr sağlayacağı meta tüketiminin de sağlanması gerekir; yani ücretli emekle sermayenin ve bunlar arasındaki ilişkinin yeniden üretilmesi. Marx, bunu toplumsal yeniden üretim olarak tanımlar. Fakat, ev emeği, Marx ve Engels’in yapıtlarında tahlil dışı bırakılmış ve kavramsallaştırılmamıştır. Emek gücünün yeniden üretiminden, doğum ve sonrasında bakım ile çocuk büyütme (geleceğin işçileri) sürecinden bahsedilmez. Emek yalnızca ücretle ilişkisi içinde, zorunlu emek, artı-değer kavramları içinde ele alınır. Kadının karşılıksız emeğine Marksist kuramda yer yoktur.
Kapitalizm, patriyarka aracılığıyla yeniden üretim sürecini bir ücret ödemeden ve kârını azaltmadan kadınların sırtına yüklemiştir. Kadın emeği burada kullanım değeri oluşturmaktadır. Heteroseksist patriyarkal ailede kadınların emeği, bedeni, kimliği erkeğin kontrolündedir ve erkek aracılığıyla el konulan bu kullanım değeri kapitalizmin hizmetindedir. Kapitalizm bunun üzerinden dolayımlı olarak artı değer biriktirir. Evdeki erkek de kullanım değerine el koyarak bu emekten faydalanır.
Ailenin özellikle yeniden üretim sürecindeki ekonomik rolünün yanı sıra ideolojik işlevi de söz konusudur. Kadınlara çocuk yaştan itibaren erkeklere hizmet etmenin sevginin bir parçası olduğu anlatılmaktadır. Bunun yanı sıra, doğası gereği kadınlar şefkatli ve fedakâr oldukları için bu görevleri severek yerine getireceği masalı anlatılır. Bu ideoloji o kadar köklü ve yaygındır ki kadınlar böyle yaşamak zorunda bırakılır. Peki bu görünmeyen emeğin içinde neler vardır? Öncelikle herkesin ilk elden ezberden sayabileceği bulaşık, çamaşır, yemek, ütü, temizlik vs. dışında iş olarak görülmeyen, hatta akla bile gelmeyen birçok emek sürecinden bahsedebiliriz. Birkaç örnek verecek olursak, herhangi bir iş yerindeki gibi belli bir mesai saati yoktur bu işlerin. Dinlenirken kış için ördüğü atkıdan, televizyon izlerken diktiği çorap sökükleri iş olarak görülmez. Bunların dışında işten eve dönen kocanın morali, çocuğun okul stresi, onların keyfini yerine getirmek zorunda olan kadına bırakılmıştır ve bu da duygusal emeğe girer; bir nevi ücretsiz terapi diyebiliriz aslında. Yine eve gelen maaşla neyin ödeneceği, neyin alınacağı, indirimlerin takibi de kadınların sorumluluğundadır. Başlı başına bir yönetim işi olan bu organizasyon erkekler için “ben kazanıyorum bizimkiler yiyor” şeklinde aktarılır. Evdeki kadının bir şey üretmeden tüketici olduğu söylenir. Yeniden üretim için evde bir tüketimin olduğu doğru olsa da bu tüketimin o evde yaşayan diğer insanlar tarafından yapıldığı ve tüketimin gerçekleşebilmesinin kadın emeği katkısıyla mümkün olduğu ya unutulur ya da görünmez.
Buraya kadar patriyarka ve kapitalizmin uyumundan bahsettik. Fakat, bu iki sistemin birbirinden beslendiği tahlilinden, bir bütün olarak hareket ettiklerini ya da patriyarkanın tamamen kapitalizme bütünüyle eklemlendiği çıkarımını yapmak yanlış olur. Zaman zaman uzlaşsalar da bu iki sistem sık sık birbiriyle çelişir de. Aralarında mutlak bir uzlaşma ve uyum yoktur. Yukarıda bahsedildiği gibi erkekler (ya da patriyarka) kadınların evde kendilerine hizmet etmesini tercih eder. Ancak kapitalizmin kadınların karşılıksız emeğinden patriyarka gibi çıkarı olsa da kadınların ücretli emeğin parçası olması, işsizler ordusunu genişleteceği, iş gücünün ucuzlaması ihtimalini arttıracağından kapitalizm tarafından tercih edilir. Kadın emeği her ne kadar vasıfsız görülse de güvencesiz ve düşük ücretli olarak kapitalizm tarafından kullanılır ve kapitalistlere kâr sağlar; bu bağlamda da kadınların iş gücünde yer alması kapitalizm ve patriyarka arasında çelişkiyi yaratmaya devam eder. Buna bir örnek olarak genç kadınların aile baskısından kurtulmak için üniversiteye girmeye çalışıp ileride ücret alabileceği bilgilere erişmeye çalışmasını verebiliriz. Ya da kocasından boşanmak isteyen kadının emeğini ücret karşılığı satabileceği bir iş arayışını…[2]
Kadınların mücadelesi yükseldikçe ve ücretli emek gücüne, nitelikli işlere, yükseköğrenime katılımları arttıkça, sermaye ile patriyarka arasındaki gerilim uzlaşma noktası olarak cinsiyete dayalı iş/meslek ayrımını belirledi. Böylece sermaye kimi işlerin sadece “kadın işleri” olarak tanımlanması ile artan emek gücü ihtiyacını ucuza kadın işçi çalıştırarak karşıladı. Patriyarka açısından ise kadınların esas [karşılıksız] emek harcama mekânının ev/aile olduğu fikri sabitlendi.[3]
Marksizm’in kapitalizm eleştirisini kabul eden ancak kadın ezilmişliğinin cinsiyetini görmeden sınıf ezilmişliğine indirgenmesini eleştiren sosyalist feminizm, patriyarka ve kapitalizm ittifakının birbirinden beslenerek egemenliklerini sürdürdüğü tespitiyle ikisine karşı verilecek mücadelenin birbirinden ayrıştırılamaması savunur ve patriyarkal kapitalizm karşısında bütünsel bir cevabı oluşturur. Patriyarkal kapitalizm kavramı ile patriyarkanın kapitalizmde dayandığı maddi temel, erkeklerin, kadınların emek gücü üzerindeki denetimleri olarak ifade edilir.[4] Bu bakımdan, patriyarkanın maddi temeli yalnızca ailede çocuk yetiştirmeye değil, erkeğin kadın emeğini denetlemesine izin veren tüm toplumsal yapılara yaslanır.[5]
Sosyalist Feministler ne diyor?
“Kapitalist toplumda bir kadınsınız. Canınızdan bezmişsiniz: işten, faturalardan, kocanızdan (ya da eski kocanızdan), çocukların okulundan, ev işlerinden, güzel olmaktan, güzel olmamaktan, bakılmaktan, bakılmamaktan (ve her iki durumda da dinlenmemekten) vs. Bütün bunların ne olduğunu ve nasıl değiştirileceğini tanımlayan bir kavram aramaya başladığınızda ise karşınızda sosyalist feminizmi bulursunuz.”[6]
Sosyalist feminizm, kadınların kurtuluşundan bahsederken tüm toplumsal kurumların ortadan kaldırılması gerektiğini anlatır ve buradan hareketle tüm bunlara bütünlüklü yanıtlar verir. Kadınların ezilmesindeki ekonomik temelleri ortadan kaldırmanın kapitalizmi ortadan kaldırmakla mümkün olacağını söyleyen sosyalist feminizm, kadınların kurtuluşunun ön koşulunun sosyalizm olduğunu savunur. Başka bir deyişle sosyalizm ön ama yetersiz koşuldur ve kadın mücadelesi sosyalizm mücadelesine indirgenmeyecek kadar çok boyutlu, sosyalizmde de sürecek bir mücadeledir. Yine tek başına bunlardan yalnızca birine karşı verilecek mücadele yerine; üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmayı, tüm ezme ezilme biçimlerine son vermeyi hedefleyen sosyalist hareketle kadınların kurtuluşunu hedefleyen kadın hareketi arasındaki ilişkinin bir ittifak ilişkisi olması gerektiğini savunur.
Türkiye devrimci hareketinde kimi sosyalist örgütlerin, sosyalist feminizmi (ve genel olarak bütün feminizmleri) burjuva ideolojisi olarak gören, kapitalizmden sonra kadınların kurtuluşunun sosyalizmle sağlanacağını söyleyen, kadınların kadın oldukları için ezilmediğini, yalnızca işçi sınıfından kadınların ezildiğini anlatan tespitlerine baktığımızda bu tespitlerin altının nasıl doldurulamadığını görürüz. Verilen cevaplar hem tarihten kopuktur hem de kadınların kurtuluşunun nasıl olabileceğine dair bütünlüklü bir yanıtı verememektedir.
Ekim Devrimi deneyimi
Sosyalizm pratiklerine baktığımızda tek başına sosyalizmin kadınların kurtuluşunu sağlayamadığını somut örneklerle de değerlendirdiğimizde görmek mümkün. Ekim Devrimi’nde yemekhanelerin, çamaşırhanelerin ve kreş açılmasını örneği önümüze bir başarı örneği olarak sunulduğunda bunlarla kadınların kurtuluşunun sağlandığını anlamamız beklenir.
Elbette Ekim Devrimi kadınlara yalnızca bunları getirmemiştir ve birçok hak tanımıştır. Devrimden hemen sonra atılan ilk adımlardan biri 8 saatlik iş gününü getiren kararname ve kadınların uzun çalışmasının yasaklanmasıdır. Devrimi izleyen sonraki yıllarda ise miras hakkının kaldırılması, boşanma yasası, meşru ve gayri meşru çocuklar arasındaki ayrıma son verilmesi, kadınlara eşit ücret, eşit çalışma hakkı ve ücretli doğum izni gibi birçok anayasal düzenleme hayata geçirildi. Zina, ensest ve eşcinsellik ceza yasasından çıkarıldı.
Bolşevikler anayasal düzenlemeler yeterli olmayacağı fikrindeydi; karşılıksız ev içi emeği ve bakım emeği meselesinde, çözüm olarak ev işlerinin toplumsallaştırmasına odaklamıştı. Bu doğrultuda kreşler, çocuk bahçeleri, okullar, yemekhaneler, çamaşırhaneler ve bakım merkezleri gibi komünal kurumlar açıldı. Kollontai bu düzenlemelerle ilgili “evlilikle mutfağın ayrılması kadının tarihinde kilise ve devletin ayrılmasından daha önemsiz değildir” diye anlatır.
1919 yılına geldiğimizde ise Jenotdel (Zhenotdel) adını alan Bolşevik Partisi’nin kadın seksiyonu oluşturuldu. Jenotyel, partinin ideolojik politik çizgisi çerçevesinde partinin kadın komiteleri şeklinde hareket eden, fakat etki alanı partili kadınlarla sınırlı kalmayan, komünist partiye üye olmayan çok fazla sayıda kadının yer aldığı kitlesel bir kadın örgütüydü. Devrimden önce neredeyse hiçbir hakka sahip olmayan kadınlar Jenotdellerin uzun süre yürüttüğü kampanyalar, eğitimler, örgütlenmelerle 1930’lara gelindiğinde Sovyetlerde yarım milyona yakın kadının idari işlerde görev almasını sağlamıştı. Fakat ne var ki bu kadar uzun ve önemli çalışmalarına ve tamamen parti önceliklerini benimseyen, bu doğrultuda hareket eden Jenotdel 1932’de feshedildi.
İzleyen yıllarda ise ilk olarak eşcinsellik yasaklandı ve ceza kapsamına alındı. Sonrasında ise yirmi yılı bir dolduramayan bir zamanda kadınların ellerinde ne varsa birer birer alındı: “Anne ve Çocuğun Savunulması” kararnamesiyle kadınların aile hukukundaki tüm kazanımlar geri alındı. Kürtaj yasaklandı. Zina ve gayri meşru çocuklar kavramları yeniden kullanılmaya başlandı. Boşanma ise imkânsız denecek kadar zorlaştırıldı.
Lenin, Kollontai ve Zetkin’in burjuva ailenin normlarının işçi sınıfınca terk edilmesi gerektiği ve kadınların ev işi yükünden kurtarılmasının devrimin nihayete ermesinin bir gereği olduğu tespitlerine rağmen, ev içindeki cinsiyetçi iş bölümünün niye hiç aşınmadığı reel sosyalizmin sorunlarına ilişkin [erkek] analizlerde kendine hiç yer bulmaz.
“Cinsiyete dayalı iş ayrımı tüm reel sosyalizm yılları boyunca dimdik ayakta kalmıştı ve kadınlar belki cinsiyete dayalı meslek ayrımını aşıp kapitalist toplumlarda erkeklere özgü addedilen mesleklere sahip olabilmişlerdi ama o mesleklerin üst basamaklarında “yönetici pozisyonlarında” kendilerine yer bulamamışlardı; cinsiyete dayalı iş ayrımı bakiydi. Erkekler bürokrasideki güçlerini korurken bürokratik merkeziyetçiliğe sıkışan siyaset de doğal olarak kadınları dışlamıştı.”[7]
Kadınların ortak ezilmişliği tespiti
Sosyalist harekette yine başka bir tartışma konusu olan şey yukarıda da belirttiğimiz kadınlar kadın olduğu için ezilir ve burjuva kadın ezilmez işçi sınıfından kadınlar ezilir tartışması. Bu tartışmanın maalesef her 8 Mart öncesi es geçmeden yapılması bir gelenek haline gelmiştir Türkiye’de. “Yaşasın 8 Mart” sloganının nasıl kullanıldığından her örgütün bu meseleye dair bakışını dahi görebiliriz. “Dünya kadınlar günü”, “emekçi kadınlar günü” bu tartışmanın başlıca konularından biri olmuştur.
Sosyalist feminizm, tüm ezme ezilme ilişkilerine karşı kendini konumlandırarak sınıf hareketiyle ve ulusal kurtuluş mücadeleleriyle ittifak yapar ve her toplumsal kökenden kadını içerebilecek şekilde kadın hareketini örmeyi önüne koyar. Hangi sınıftan, ulustan, renkten vs. olursa olsun, her kadının salt kadın olmaktan kaynaklı bir ezilmeyi deneyimlediğini tespit eder. Fakat bu tespitten her kesimden kadının ezilmişliğini eşitlediği gibi yanlış bir anlayış çıkartılamaz.
Kapitalizmi yıkmayı hedefleyen, sosyalizmi ön koşul olarak gören kadınların bu tespitini çarpıtarak “Tansu Çiller’i de mi savunacaksınız” gibi klişe bir soruyla eleştirmek akıl tutulmasından başka bir şey değildir. Kamala Harris’in son seçimlerde başkan yardımcılığına gelme meselesi de sırf siyah ve kadın olduğu için feministlerce desteklenebilir zannedildi. Emperyalistlere yeni bir siyah kadının eklemlenmesinin feminizm açışından kutlanacak bir yanı elbette olamaz. Kamala Harris’in başkan yardımcılığı kadınlar için bir kazanım değildir ve Harris ezilenler nezdinde orada görev yapmayacaktır; fakat şöyle de bir gerçek var, Harris feministlerin kazanımlarının sonucunda oradadır. Keza, bugün siyah olduğu için Harris’e, kadın olduğu için Tansu Çiller’e veya Meral Akşener’e sahip çıksaydık sosyalist bir örgütte değil, KADER’de çalışma yürütmeyi seçerdik.
Peki biz kimlerle birlikte mücadele etmeliyiz ve nerelerde örgütlenmeyi hedeflemeliyiz?
Karma bir örgütte sosyalizm ve devrim mücadelesi veren sosyalist feministler olarak tüm sınıflardan kadınların, sırf kadın olmaktan kaynaklı bir ezilmeyi deneyimlediği tespitine katılmakla beraber ezilmişliklerini eşitlemenin doğru bir yaklaşım olmadığını savunuyoruz. Daha önce de belirttiğimiz gibi kadınların kurtuluşu için patriyarkaya karşı mücadele yolunun sosyalizm ön koşulundan geçtiğine inanıyoruz. Bu noktada kadın hareketinin kitleselleşmesi de bizim için önemli bir yerde durmalıdır.
Bağımsız feministler ve mevcut feminist örgütlenmeler içerisinde AKP-MHP faşist iktidarının özel olarak LGBTİ+ ve kadın düşmanlığını hat safhaya çıkardığı bugünlerde birlikte mücadelenin ne kadar önemli olduğu vurgusunu yapmamıza gerek yok. Bu mücadelede LGBTİ+ hareketinden yol arkadaşlarımızla birlikte özel olarak İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasına karşı trans kadınlar ve natrans kadınlar olarak bir araya gelmemiz elzem. Sözleşme’nin “eşcinselliği özendirmesi” gibi safsata bir gerekçeyle kaldırıldığını unutmamalıyız. Tüm bu nefret politikalarının ardından yol ortasında seks işçisi trans kadınlara molotofla saldırıldı, trans kadın cinayetleri arttı, arkadaşlarımız trans oldukları için 8 Mart’ta alana alınmak istenmedi ve gözaltı terörüyle karşı karşıya kaldılar. LGBTİ+’ları cinsel yönelimleri ve cinsiyet kimlikleri nedeniyle özellikle heteroseksist patriyarkal ailede erkek şiddetine karşı korumayı hedefleyen içeriği, LGBTİ+’ların kimliklerini ve yönelimlerini açıklamasını kolaylaştıracak ve toplumsal alanda görünürlüklerini arttırmak bizim de sorumluluğumuzdadır. İstanbul Sözleşmesi bu anlamıyla feminist hareketin ve LGBTİ+ hareketin on yıllardır verdiği mücadeleden çıkan taleplerin bir özetidir ve sahiplenilmelidir. Yine bedenimiz, emeğimiz, kimliğimiz için feminist yol arkadaşlarımızla birlikte verdiğimiz mücadele de bir o kadar devrimcidir.
Bunların yanı sıra, unutmamak gerekir ki sosyalizm mücadelesi de veriyoruz. Çeşitli birleşik mücadele örgütlenmeleri içerisinde yer alıyor ve politika yapıyoruz. Kadın hareketinin kitleselleşmesi önemli demiştik. Bunu başarabilmek işçi kadınların ve yoksul halk kitlelerinin ve sistemle çelişkileri yoğun olan genç kadınların örgütlenmesiyle gerçekleşebilir. Sosyalizm ön koşullu bir kadın kurtuluş mücadelesinde işçi kadınların örgütlenmesi birincil hedeflerimiz arasında olmalıdır. Bu bağlamda, örgütsel yönelimimizi işçi kadınların, yoksul kadınların yaşam alanlarına çevirmeliyiz. Dışarıdan onlara ders veren, ne yapacaklarını söyleyen, uzaktan örgütlenin diyen, kendini onların üzerinde gören bir tarzla değil, işçi sınıfından kadınların taleplerini onlarla birlikte onların ihtiyaçları doğrultusunda belirleyerek önümüze işler koymalıyız. Hele ki işçi grevlerinin bu kadar arttığı, yoksulluğun inanılmaz boyutlara çıktığı, insanların çareyi yaşamlarına son vermekte bulduğu bir dönemde buna sırtımızı dönemeyiz. Bu dönem aynı zamanda bunu başarabilmenin en elverişli zamanıdır. 8 Mart günü bileğine takılan kelepçeyi söküp atarak soluğu işçi kadınların yanında alan feminist arkadaşımız bunun ilk adımını attıysa bunu devam ettirmek de hepimizin görevi olmalıdır. Migros işçisi Fatma’nın “Neden biz görülmüyoruz; mobbing olsun taciz olsun her şeye maruz kaldık” demesi aynı zamanda bize de bir çağrıdır.
Sonsöz yerine
Bu yazıda bazı kavramları nasıl tanımladığımız, neden sosyalist feminizmde yanıt bulduğumuz ve kimlerle birlikte mücadele etmemiz gerektiğine değindik. Anlatılanlar sınırlı olmakla birlikte kafalarda birtakım soruları cevaplayabilmek adınaydı. Kimlerle birlikte neye karşı mücadeleyi ana hatlarıyla tarifledik. Nasıl mücadele meselesi esasında hedefleri ve yöntemleri açısından kendi içimizde de tartışmamız gereken bir yerde duruyor. Devrimci zorun kadın kurtuluş mücadelesinde bir yöntem olarak kullanılması konusunda hem fikiriz. Devrimci zor, bizim için öylece üzerinden geçilemeyecek kadar önemli. Bir sonraki yazılarımızda kapsamlı bir şekilde kaleme alacağız kuşkusuz.
Yine patriyarkayı nasıl tanımladığımız, kapitalizmle olan ilişkisini nasıl açıkladığımız salt bir teorik bilgi olarak görülmemelidir. Patriyarkayı nasıl tanımladığımız esasında mücadelenin niteliğini belirlemektedir. Patriyarkaya karşı olmak aynı zamanda bu sistemle iç içe geçmiş olan tüm ezme ezilme, sömürü ilişkilerine karşı çıkmak, toplumsal dönüşüm bakış açısına sahip olmak demektir. Neyi nasıl tanımladığımız mücadele hedeflerini belirler. Patriyarkal kapitalizme karşı verdiğimiz kadın kurtuluş mücadelesinde hedeflerimizi buna göre belirlemek ve bu doğrultuda hareket etmek bizi kurtuluşa bir adım daha yakınlaştıracaktır.
Son olarak, içerisinde bulunduğumuz birleşik mücadele örgütlenmelerinde örgütümüz kadın kurtuluş perspektifiyle özgün bir yerde durmaktadır. Bu bakımdan şimdiye kadar anlatılanlar her soruyu cevaplamasa da bu meseleye dair bakışımızı bilmek, araştırmak, okumak ve anlatabilmek yalnızca kadın+’ların değil erkek yol arkadaşlarımızın da sorumluluğudur. Anlattıklarımızın ilkelerimiz olduğu bilinciyle hareket etmek ve ilkelerimizden taviz vermemek örgüt içerisindeki her bir devrimcinin görevidir.
[1] Gülnur Acar Savran, Feminizm Yazıları – Kuramdan Politikaya, Dipnot Yayınları, s.18
[2] Ayşe Düzkan, Maddeci feminizm,
[3] Hülya Osmanağaoğlu, Ekim devrimi feminizm sosyalist demokrasi, Umut Gazetesi, 29 Ekim 2020
[4] Gülnur Acar Savran, Beden Emek Tarih, Kanat Kitap, s.31
[5] Heidi Hartmann, “Marksizm’le Feminizm’in Mutsuz Evliliği”, Çev. Gülşad Aygen, Kadının Görünmeyen Emeği,
Der. Gülnur Acar Savran, Nesrin Tura, Yordam Yayınları, s.159
[6] Barbara Ehrenreich, What is socialist feminism?, Marxists.org
[7] Hülya Osmanağaoğlu, a.g.e